12 Aralık 2007 Çarşamba

Bat for Lashes

Natasha Khan'ın müzik projesi, son zamanlarda dinlenilen en güzel şarkılardan bir kısmının kaynağı...

Özellikle What's A Girl To Do.

18 Kasım 2007 Pazar

Kendi kalesine gol


Bir futbolcu için en talihsiz an, kendi kalesine attığı gol!

Arada olur tabi, ama bu işin de pirleri var, duyalım öğrenelim.

Stan van den Buijs, ki adının verdiği ipucu sonuna kadar doğru, Belçikalı kendisi, 1995-96 sezonunda Germinal Ekeren'de oynarken Anderlecht karşısında kendi kalesine 3 gol birden atarak "kendi kalesine en golcü" ünvanını ele geçirmiş. Maçı 3-2 kaybetmişler, niyeyse?

Chris Brass da bu konuda kendine has bir bahtszılığın sahibi. 2006'da Bury defansında oynarken rakipten gelen topu uzaklaştırmaya çalışırken ters bir vuruşla topu önce suratına çarptırıp ardından ağlarla buluşturmayı başarıyor. Kendi kalesine bir gol ve kırık bir burun... Youtube'da videosu bulunuyor, linklemeye gönlüm elvermedi.

En sona sakladığımsa benim idolüm, "gol atılacaksa ben atarım" diyen abi, Chris Nicholl. Aston Villa ve Southampton'da oynamış, Kuzey İrlanda milli takımında 50'den fazla milli olmuş bir oyuncudur.
20 Mart 1976'da Aston Villa ile Leicester City arasında Filbert Street'te oynanan ve 2-2 biten maçta 4 golü birden atmıştır.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Telli Baba'nın ölümü

Sır dünyası serimizde bugün Telli Baba'nın ölümünün ardındaki gizemi çözeceğiz.

Ekibimizin Rumelikavağı dolaylarında yaptığı inceleme, kazı, rüyaya yatma çalışmaları sonucunda gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Ekibimizin de kısmeti açıldı bu arada, herkes evlendi, işi bıraktı. Neyse, sır perdesini aralamak nedir ki, fütursuzca açıyoruz.

Telli Baba: Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyılda yaşamış efsanevi bomba imha uzmanı. İmparatorluk topraklarında ayrılıkçı hareketlerin yoğunlaştığı yıllarda birçok bombayı başarıyla etkisiz hale getirmiş, uzun yıllar Bomba İmha Loncası'nın piri olarak görev yapmıştır. Kendi düğününe yetişebilmek için acele ettiği Rumelikavağı'ndaki son görevinde yanlış teli kesmesi sonucu hayata veda etmiştir. Gerçekleştiremediği düğünün ziyaretçilerine kısmet olduğuna inanılır.

Atelli Baba: Telli Baba'nın Rumelikavağı'nda görev başındayken yanlış teli kesip ölümcül yaralar almasından hemen sonra kendisine ilk müdahaleyi yapan kişidir. Merhumun kol ve bacağını atel yardımıyla sabitlemiş, ama kan kaybından ruhunu teslim etmesine engel olamamıştır.

Fünyeli Abdullah: Telli Baba'nın düğün günü ölümüne yol açan bombayı Rumelikavağı'ndaki kulübeye yerleştiren şahıs. Olayın şahidi Atelli Baba'nın ihbarı sonucu kısa süre içinde yakalanmış ve çeşitli yerlerine fünye montajı yoluyla idam edilmiştir. Mezarının yeri bilinmemektedir.

5 Kasım 2007 Pazartesi

ZBH Fried Chicken


Kimin çalışması bilmiyorum, öğrendiğimde ise link vermek ve alkışlamak istiyorum. Çook başarılı.

Helal Türk davuğu, Zekeriya Beyaz Hoca Fried Chicken!

30 Ekim 2007 Salı

Virtual barber shop

Duyma algısının nasıl çalıştığı üzerine, çok güzel... Kulaklıkla dinlemek şart yalnız.

http://ccgi.bluerabbit.plus.com/virtualbarbershop/

26 Ekim 2007 Cuma

Dere geçerken boğulmak

Back... Yazacak çok konu, çok olay var aslında ama zaman zaman ecnebilerin "writers block" dediği şeyden olmuştum ben. Pastil aldım, geçti sanırım.

Tarihte büyük komutanlar, nice krallar var; sefer sırasında atla dere geçerken boğulup ölmüşler. Boğulmanın kötü bir ölüm şekli oluşunun yanısıra koca kral için ciddi bir karizma kaybı aynı zamanda. Örneğin Friedrich Barbarossa, büyük Germen imparatoru, Çukurova'da Göksu Nehrinin dibinde yummuş gözlerini hayata. Ne arıyormuş Göksu'da diyenlere saygıdeğer kralın III. Haçlı Seferi'nin organizatörü olduğunu söyleyelim.

Anadolu Selçuklu Devleti kurucusu Süleyman Şah da Fırat'ın kurbanı olmuş. Rivayete göre atından düşmüş ve zırhlarının ağırlığıyla boğulmuş.

Kralların nehirden boyunlarında ördekli can simidiyle geçmesini beklemiyor insan, ama o ağır sırhları çıkarıp yalınkılıç geçmek varken nedir bu çile? 800 küsür yıl sonra bile bir zevzek çıkıp konuşuyor sonra işte.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Çocuk kuaförü

Bu ay berber ve kuaför camiası mercek altında... Hadi hayırlısı.

Çocuk kuaförleri giderek yaygınlaşıyor. Bir örneği, Kırt Kırt, sitelerini ziyaret edenleri çizgi film izlemeye davet ediyor mesela. Oysa kısa pantolonlu, koltuğa oturduğunda boyu aynaya yetişmeyen ve koltuk kenarlarına yerleştirilen tahta üzerine tüneyen bir velet olduğum günlerde berberde izlenebilecekler ya bekleyen müşteriler, ya da berberin çırağı olurdu.

Yaşlanmanın bir belirtisi, eski günler diyelim hatırlayalım. Tahta üstüne tüneyen minik birey bu kez de beyaz ya da mavi örtü boyuna çengelli iğne ile tutturulurken iğnenin enseye saplanması korkusunu yaşar. Berber saçı keserken bir yandan da radyoya yorum yapmakta ya da dükkandakilere laf yetiştirmektedir, sizden birkaç yaş büyük çırak ise bu sırada sizi aynadan sürekli kesiyordur. Ense gıdıklayıcı olarak adlandırabileceğimiz tıkır tıkır sesli berber cihazından da bahsetmeden olmaz. Saç kesme işlemi bitip sıra yıkamaya geldiğinde tahtayla birlikte koltuğun ön kısmına yaklaştırılırsınız, kafa lavaboya eğilir. Gömlek ya da kazağın yakasının içine sokuşturulan havlu sizi ensedeki çengelli iğne paranoyasından kurtarmıştır.

Berber eğer terbiyesiz bir şahsiyet değilse suyun sıcaklığını kafanıza tutarken ayarlamayacak, böylece siz saç derinizde ani ısı değişim şokları yaşamayacaktır. Durum geçici bir huzur dahi hissettirebilir. Elma veya muz kokulu kalitesiz şampuan hoşa bile gidebilir, geçici huzur hissi yıkamanın bittiği ana dek sürer.

Doğrultulur, kafanız hunharca kurulanırken biraz sarsılırsınız, ama esas darbe berber yüzünüzü kurulamak amacıyla elini alnınızdan suratınız boyunca aşağı doğru indirdiğinde gelir. Minicik burnunuz kocaman el altında yamulur, çeneniz avuçlanır. İçiniz hınç dolar. Neyse ki bu da gelir, bu da geçer, tahta geri alınır, kucaklanıp koltuğun tepesinden indirilirsiniz. Bir traş daha kazasız belasız sona ermiştir, çırak hala aynadan size pis pis bakmaktadır.

9 Ağustos 2007 Perşembe

Kuaför isimlerinde gayriciddi yumuşamalar

"Madem kuaför salonu açıyorum, kendi ismimi vereyim!".

Bu, son derece tutarlı bir mantık. Dükkan senin kuaför arkadaşım, ismini vermeyip de ne yapacaksın?



Fakat burada bir ikilem çıkıyor ortaya. Dükkan sahibi namzeti kuaförün adı "Arman, Gürkan" vb. tınısı yumuşak bir isim değilse doğal olmayan bir yumuşatma çabası seziliyor. Necdet, Necati, Nejat bir anda Neco oluveriyor. Hilmi, Vahap, Ökkeş vb. adlı saç zanaatkarları ise (bu isimlerle kuaför olmaları mucize ya) bu yumuşamadan medet umamayınca ortaya her mahallede birer Arzum Kuaför çıkıyor.

Bir buna da şükür durumu: İsimlendirme konusunda bazen düşünüp hassas davranmak faydalıdır. Birkaç yıl önce Anadolu'nun şirin bir kasabasında Sadettin ve Mazhar adlı iki arkadaşın bir araya gelip açtıkları Sado Mazo Kuaför Salonu'nun hazin öyküsü, mahalleli tarafından yerle bir edilişi geliyor akıllara.

Dipnot: Mazhar dövülürken gülüyormuş, rivayet böyle.

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Komedi kulübü

İstiklal Caddesi üzerinde bir komedi kulübü faaliyetteymiş bir süredir, Old City Comedy Club. Her gün o caddeyi yürüyorum ama ikinci kattaki neon yazısı dikkatimi çekmemişti, bir yerde bir ilan görünce haberim oldu.

Seinfeld izlerken hep özenirdim standup yaptığı sahnenin karşısındaki küçük masalara. Sırf bu yüzden gidip göresim var ilk fırsatta. Perşembe gecesi en dolu içerikli görünen program. İzlenimlerimi de yazarım gidip dönünce.

Yeri son derece kolay, Urban'a giden sokağa, veya Çin Büfe'nin olduğu sokağa (ki aynı sokak) dönünce hemen soldaki bina. Hala çağrışım yapmadıysa Mudurnu tükkanı karşısı veya Nevizade'nin üst girişi olan Balo Sokak karşısı diye alternatif iki açıklama daha (kitleleri kucaklayasım var).

Bir de gösteri yapacak birilerini arıyorlar. Komik ve medeni cesareti mevcut bireylere duyuru.

17 Temmuz 2007 Salı

Pul koleksiyonumu göstereyim?

Ülkede filatelinin gelişmemesinin nedeni sanırım şu yüz yıllık "gel sana pul koleksiyonumu göstereyim" kalıbı... Oysa çoğumuz çocukluğunda pul biriktirirdik. Bizim mahallede hava futbol oynayamayacak kadar sıcak olduğunda, maç sonrası ya da ayaklık zamanlarında pul değişmek popüler aktiviteydi. Biraz büyüyünce bir kenarda kaldı pul defteri. İşte bence asıl suçlu bu pul koleksiyonu gösterme beylik lafı.

Yolunuz düşerse Kadıköy'deki Pulkay nefis bir ortam.

Ayrıca resimdeki de alemin en değerli pullarından, 1918 tarihli. ABD Posta İdaresi tarafından uçak postası -airmail- servisinin başlaması kararı 3 Mayıs 1918'de alınmış, ilk sefer içinse 15 Mayıs tarihi belirlenmiş. Posta idaresi güne özel pulları yetiştirebilmek için deliler gibi çalışmış, ama her birinde 100 pulun olduğu 9 sayfada uçaklar ters basılmış. 800 pul satışa çıkmadan imha edilmiş, yüzü ise satılmış. 100 taneden 4 pul bugüne ulaşanlar... Ekim 2005'te 2,97 Milyon dolara satılmışlar.

Sizlere pul koleksiyonunu göstermek isteyenlerin gerçek filatelistler olma olasılığını gözardı etmeyin. Sevgiyle... (Cezmi Ersöz kapanışı, 3 hamlede mat)

13 Temmuz 2007 Cuma

Karşının Sandalı

Onyedinci yüzyıla ait bir öykü... Galata kahvelerinin soğuk gecelerinde anlatılan onlarcasından biri...

Soğuk deniz suyunun tenine değmesiyle saçlarına kadar ürperdi Bilal. Büyük bir dalga neredeyse beline varan çizmelerini aşmış, ayaklarını sırılsıklam yapmıştı. Sırığını daha sıkı kavradı, suyu karıştırmaya devam etti.

Ahırkapı'da gün batarken Topkapı Sarayı'nın denize bakan duvarlarının dibinde arayıcılar sarayın çöplerinin denize atıldığı bölgede her zamanki yerlerini almışlar, buldukları para edecek eşyaları torbalarına doldurmaya başlamışlardı.

Deliincizade Bilal sırıkla suyun dibini yoklarken derin derin iç çekti. Arayıcılık baba mesleğiydi, üstelik rahat bir yaşam da sağlıyordu ama günlerdir işe yarar tek bir eşya bulamamış, karnını doyuracak parayı bile ortak çalıştığı iki arkadaşından borç almıştı. Sırığını tekrar dolaştırdı, tahta yumuşak bir nesneyi birkaç adım sürükledi. Yanılmamıştı Bilal, suyun dibinde gördüğü şey bilekten kesilmiş bir eldi, üstelik parmaklarda üç yüzük birden parlıyordu. Usulca yüzükleri çıkartmaya çalıştı, olmadı. Sırığı omzuna yaslayıp iki elini de kullandı ama nafile, şişen parmaklar yüzükleri kımıldamayacak bir hale getirmişti. Bilal kesik eli koynuna soktu, sakin görünmeye çalışarak sudan çıktı. Malik arkadaşını fark etti yine de, hayrola der gibi baktı, Bilal’in ekşimiş yüzünü ve midesini işaret edişini gördü, umursamadı, suya bakınmaya devam etti. Bilal ise kıyıya vardığı gibi çizmelerini çıkardı, eşyalarını çabucak topladı, Malik'in oğluna karnının ağrıdığını alelacele söyleyip hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladı. Hava kararmak üzereydi.

Neden sonra Malik durumdaki garipliği fark etti, Bilal’ın gölgesi Eminönü istikametinde ağrı çeken bir insana göre fazla hızlı uzaklaşıyordu. Kardeşi Halit’e seslendi, küçülen karaltıyı işaret etti, kıyıya çıkıp koşar adımlarla Bilal’ı takip etmeye başladılar.

Önce ardından küfürler eşliğinde haykırılan adını, ardından ayak seslerini duydu Bilal, o da koşmaya başladı. Sarayburnu boyunca sığınabileceği bir ara sokak olmadığına üzüldü. Gerçi Eminönü sahiline az kalmıştı, eğer kendini haliç'in karşı tarafına atabilirse Azapkapısı'ndan geçip Galata'nın dar sokaklarında karanlığın da yardımıyla izini kolaylıkla kaybettirebilirdi. Tabanları acımasına ve soluk soluğa kalmasına rağmen koşmaya devam ediyordu ama malik arayı gittikçe kapatıyordu sanki. Nihayet Eminönü’nde sandalcıların iskelesine ulaştı, bekleyen tek kayığa atladı, "Galata'ya koçum, hemen" dedi. Malik kızgın bir boğa gibi bağırıp çağırıyor, kollarını olanca gücüyle sallayarak dur işaretleri yapıyordu.

Kayıkçı istifini bozmadı, "karşının sandalıyım abi, bilmiyorum buraları. Tarif edersen geçeriz" dedi. Bilal karanlık suya doğru tükürdü, suntalı bir küfür savurdu, küreğin birine asıldı.

26 Haziran 2007 Salı

Deney faresinin iç dünyası

Hayat zor, hep mücadele... Ama beterin beteri var işte. Dünyaya fare olarak gelmeyi geçtim, üstüne bir de bir kafeste tutulup üç yudum peynir uğruna arasıra bir labirente salınmak var. O olmazsa her türlü ilacı ilk deneme tahtalığı yapıyorlar. Hayat hakikaten depresif olmalı.
Gelin detaylara yakınlaşalım:

- talcid erkekliği öldürüyor olabilir mi profesör?
- farelerde deneyelim
(deney faresi iç sesi) bir o zevkim kalmıştı bulaşmadığınız


- hocam labirente peynir kalmamış?
- midem kazındı, yedim. ekmek koyun, anlamaz
(d.f.i.s) mnskym!


- elma şekeri yalamak erkeklerde östrojeni tavana vurduruyormuş profesör
- farelere yalatalım
(d.f.i.s) o kalmıştı yalatmadığınız!


- teorik bulgularımıza göre meyan kökü cinsel performansı artırıyor profesör
- ben denerim
(d.f.i.s) puşt!


Trivia: Önceki hayatında deney faresi olan reenkarne bireylerin %83'ünün bulmacalara aşırı düşkünlük sergilediğini biliyor muydunuz?

20 Haziran 2007 Çarşamba

Hancı bana şarap ve kadın getir



3 yıl önce ekşi sözlük'te yazmıştım bir tarkan ile hancı diyaloğu. bugün aniden karşıma çıkınca çeşitlendirmek istedim. oynatalım...

- hancı bana şarap ve kadın getir
- 2 altın farkla büyük seçim ister misin beyim?
- hayır, şarap buzsuz olsun

- hancı bana şarap ve kadın getir
- hemen
- tikıt geçiyor mu?
- kadında geçiyor ama tekelde geçmiyor beyim

- hancı bana şarap ve kadın getir
- çocuk menüsünde hediye oyuncak var, vereyim mi?
- öldün sen hancı

- hancı bana şarap ve kadın getir
- hemen beyim
- geçen sefer karıştırmıştın, kadın beyaz şarap kırmızı olacak ona göre

- hancı shut up!
- g.tü kalktı bunun...

13 Haziran 2007 Çarşamba

Şaşırtma taktiği ya da Constantinapolis düştü


Şehrin düştüğünü yazan Bizanslı tarihçi Francis tek adlı olunca bundan 10 yıl kadar önce Boğaziçi Ünv. dolaylarındaki bir spor merkezine asılan "Çinli Lee hocadan karate dersleri" afişini çağrıştırıyor.

Yine de olsun, güzel yazmış Francis bey. Okurken Bizanslıların yaşadığı çaresizliği hissettiriyor. Ama gelin biz alternatif açıklama getirelim tarihe. İmparator Konstantinos Paleologos'un yüce izniyle...

- Efendimiz, Osmanlılar gemileri karadan yürütüyor
- Hmm, şaşırtma taktiği. Biz de piyade ve topçuları denizden yürütelim
- Ama efendimiz?
- Yürüsünler!

31 Mayıs 2007 Perşembe

Hızlı tren gecikir, belki hiç gelmez...

Yakınlarda yazlık alışveriş için Avrupa yollarına düştük; tshirt, kartpostal, konservelik bezelye gibi birtakım şeyler alıp döndük. İnsanoğlu bumerang misali...

Köln'den Paris'e geçmek için hızlı tren Thalys biletleri edinmiştik. Makinistle biraz muhabbet etme şansım oldu; Paris, Brüksel, Amsterdam ve Köln arasında hızlı tren seferi başlatma fikri 1987'de ortaya atılmış, ilk seferin yapılmasıysa 1996'yı bulmuş. Trenler kırmızı renkte, şirket olarak "üç kuruş fazla olsun kırmızı olsun" düsturunu benimsemişler. Ayrıca tüm tren personeli kırmızı iç çamaşırı giyiyormuş.

Makinistin omzuna elimi koyup dost bir bakış eşliğinde "güzel yapmışsınız, kolay gelsin usta" deyip yerime döndüm. (yalan hepsi, http://www.thalys.com)

Köln'den sırasıyla Aachen, Liege, Brüksel, Paris güzergahı izledik. Paris Amsterdam seferleri de var ayrıca. Ülke değiştirdikçe anonsun yapıldığı dil sıralaması değişiyor, eğlenceli. İngilizce ise her daim son sırada.

Tren Köln'den Brüksel'e hiç de hızlı ilerlemiyor, hızlı görünümlü normal tren dedirtiyor insana. Brüksel'den Paris'e ise deli süratte gidiyor. Toplam 3 saat 50 dakikada Köln'den Paris'e varılıyor teoride, fakat biz Brüksel'de gara girmeden bir bekleme periyoduna girdik. Bir açıklama gelmeden 20 dakika durduktan sonra tam hareket ederken başka bir trene yol verdiğimiz anonsu geldi. Öbür makinist selektör yapmıştı sanırım. 20-25 dakika rötarla vardık Paris'e.

Paris-Köln dönüşü ise tam saatindeydi. Ücretsiz wi-fi bağlantısı ve ücretli tren büfesi vardı. Büfe Fatih Ekspresi'nin yanında nal toplar.

Tren güzel şey. Sağlam ve hızlı olanlara binelim, bindirelim. Yaşasın toplu taşıma! (çevre dostu mesajlı bitiriş).

10 Mayıs 2007 Perşembe

Bir varmış...

...bir yokmuş, bir prenses varmış, sonra yokmuş.

(kısa pantolonluydum bunu yazdığımda, matah olduğunu düşünmüştüm)

26 Nisan 2007 Perşembe

Adlar, soyadlar, meslekler


Eminim birkaç yerde yayınlanmıştır daha önce, Bağdat Caddesi'nde yürürken Caddebostan'a doğru, deniz tarafında bir doktor tabelası çeker dikkatimi yıllardır. "Karaböcüoğlu Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Merkezi". Önünden geçerken ben korkuyorum, burada tedavi kimbilir çocuğun psikolojisini nasıl etkiler...

İnsan -çoğu zaman- soyadını kendisi seçmediğine göre bu konuda ukalalık yapmamak gerek, ama Karaböcüoğlu soyadlı biri çocuk doktoru olduğunda kliniğine illa bu adı vermek zorunda hissetmemeli, di mi ama?
Tabi ad ve soyada çok yakışan meslekler de var. Can Barslan'ın yıllaar önce çizdiği bir öyküde vardı, M.Ali Müşavir, A.Rıza Tamir ve Reha Bilitasyon adları. Ben de ismi Yaprak Döner olan bir döner salonu işletmecisi hayal ediyorum.

16 Nisan 2007 Pazartesi

Fame, i'm gonna live forever

Küçük timsah çok mutsuzdu. Yaşamını sevmiyor, günlerini fazla sönük buluyordu. Dereden hallice bir nehirde, bir avuç arkadaşla yaşamak yetmiyordu ona; herkes tarafından tanınmak, beğenilmek istiyordu. Karar verdi, bir gece herkes uyuduktan sonra büyük şehre doğru yola çıktı.

Sabahın ilk ışıkları gökyüzünü ağartırken şehir görünmüştü işte. Umut doluydu kalbi; başaracağını biliyordu, ünlü olacaktı. Olabildiğince hızlı adımlarla ilerliyordu, ta ki... iki avcı küçük timsahı görene dek. Kahramanımızın ölmeden önce son gördüğü büyük şehrin güneşe karışan ışıkları oldu.

Günler sonra genç bir adam doldurulmuş küçük timsahı bir dükkanın vitrininde gördü. Gözleri parladı, aradığı logoyu nihayet bulmuştu. Rene Lacoste duraksamadan dükkandan içeri girdi.

Yıllar, yıllar geçti. Küçük timsahsa çok ünlü olduğunu hiç bilemedi.

10 Nisan 2007 Salı

Mısır'ı unutma, unutturma


The Search for Ancient Egypt adında bir kitap bitirdim bu sabah. Jean Vercoutter beyfendi yazmış, bendeki 1995 Trieste, İtalya basımı. Orjinali Fransızca, Türkçesi de var, YKY'den, adı Unutulmuş Mısır'ın İzinde.

Kitap eski Mısır'dan çok eski Mısır uygarlığını arayanları, önemli tapınakların, heykel ve anıtların ortaya çıkarılışını, yani aslında Avrupa'nın Mısır'ı keşfini anlatıyor. Ama en güzeli bunu akıcı, eğlenceli bir şekilde yapmayı başarıyor.

Hıristiyan Roma İmparatoru I.Thedosius'un 391'de pagan tapınaklarını kapatmasının beklenen yan etkisi Mısır'daki rahip sınıfının kaybolması, beklenmeyeni ise 30 yıl gibi kısa bir sürede hiyeroglif okuyabilen kimsenin kalmaması oluyor. Ta ki 1799'da 3 ayrı dilde aynı metnin yazılı olduğu Rosetta taşı bulunana dek...

Firavunlar zamanına biraz meraklıysanız şiddetle tavsiye...

5 Nisan 2007 Perşembe

Ağlatan filmler

Bugüne kadar beni en çok ağlatmış film Love Story'dir. 1970 yapımıymış, vay be. Neyse, bizim kameramız 10 sene önceye zoom yapıyor.

Üniversitenin son yılıydı. Arkadaşımın arkadaşı bir kız vardı, platonik bir durum söz konusuydu fakat gidip konuşacak cesaret yoktu bende. Arada göz göze gelerek geçiyordu hayat. Derken bir gün ben okulun manzara tabir edilen alanında oturmuş, oranın daimi personeli kedilere kaş göz işaretleri yaparken o kız yanıma geldi ve film festivalinde fazla bileti olduğunu, gelip gelemeyeceğimi sordu. Atladım tabi.

Film bitti, Taksim'den birlikte Kadıköy'e geçtik, dolmuşta başını omzuma koyar gibi oldu, kalbim gümbürder gibi oldu, sonra geçti. Dolmuştan içip evine yürüdük, ben kafamda vedalaşma taslağı oluşturmaya çalışırken o beni kahve içmeye davet etti.

Kahve yapmaya giderken bana tv kumandasını bıraktı. Kanalların birinde Love Story vardı, iyi zamanlamaydı. Tv karşısındaki yer yastıklarına yerleştik, filmi ortasından izlemeye başladık...

...derken ben bir dürtmeyle uyandım. O şekilde uyuyakalmayı başarmıştım. Sonrasında ilk fırsatta kendimi dışarı zor attım, akabinde ağlamaya başladım, hem de böğüre böğüre.

O günden beri Love Story'nin adı anılınca gözlerim hep dolar.

3 Nisan 2007 Salı

Sorun yaşayan adam

Hışımla elini beline doğru attı genç adam...

...karşılıklı oturduklarından beri bu anı kollamıştı, alnında biriken terler şakağından aşağı süzülüyordu. Masada gerilim had safhadaydı; binlerce kez çalışmıştı bu hareketi, başarmalıydı...

Ama arkadaşı ondan daha hızlıydı, "Sok o cüzdanı cebine, burada paran geçmez" dedi. Hesabı ödedi, kokoreççiden çıktılar.

"Herif yine yemeği ödedi, gece tarifeli taksiyi de yine bana ittirecek" diye içinden geçirip açak sesli bir küfür savurdu adamımız. Daha çok çalışmalı, daha iyi olmalıydı. Ayran kutusunu çaktırmadan kaldırımın kenarına attı.

2010 dünya kupası - rekor katılım

Bir sonraki dünya futbol şampiyonası Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yapılacak. Zaten kupa bu kez Afrika'da olsun diye tüm aday ülkeler de bu kıtadandı.

Kupa 4 yılda bir yapılıyor, malum. Geçen yaz Almanya'daydı. Öncesinde her reklamda karşımıza dişlek cazibe Ronaldinho çıktı, kupayı İtalya kazandı, Zidane finalde küfreden Materazzi'ye kendisi için orta şiddette, fakat insanlık için büyük bir kafa vuruşu yaptı falan filan.

2010'daki kupa sıcakta nasıl oynanacak diye atlamıştım ilk başta, ama Güney Afrika Cumhuriyeti güney yarıkürede, yani Haziran Temmuz kış. Tam 204 ülke takımı katılmak için elemelerde mücadele edecek. Katılmayanlarsa ilgimi daha bir çekiyor. Koca dünyada Filipinler, Bhutan, Brunei ve Laos futbolu toptan umursamıyor demek ki.

Bu ülkelerde erkekler Pazar akşamları ne izliyor peki? Bu ne ilgisizlik yahu! Acilen Fanatik, Fotomaç, Erman Toroğlu ihraç etmeli bu ülkelere, ayrıca devlet destekli muz orta üretimine başlanmalı.

Vurursa gol olur! Vurdu... aut.

2 Nisan 2007 Pazartesi

Fakat müzeyyen bu derin bir tutku


İlhami Algör'ün eğlenceli, kısacık ilk romanının adıdır bu. Eblehliğin verdiği düşünce çeşitliliği tanımı da sonlara doğru Casablanca'nın efsane sahnesinin canlandırmasında geçer. "Tekrar çal Sam" denildiğinde Sam'in yerini tutan roman genci girer şarkıya:



"Ablanı alacağım
Enişten olacağım
Sana koca bulacağım"

Böyle de nefistir.

Arka kapaktan:

"Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine."

Honorius kimdir veya kimlerdir?


Flavius Honorius, Theodosius'un küçük oğlu, 9 eylül 384'te doğmuş, babasının ölümünün ardından 395'te Batı Roma'nın tahta geçmiştir. Kardeşi Arcadius da Doğu Roma'yı yönetmeye başladığından bu yıl, Roma İmparatorluğu'nun resmen olmasa da fiili ikiye ayrılış tarihidir.
Hüküm sürdüğü dönem isyanlarla geçmiş, zamanında Roma Vizigotlar tarafından işgal edilmiş, Honorius'un başı bir türlü dertten kurtulmamıştır, ama yine de para bastırmayı bilmiştir. 423'te hakkın rahmetine kavuşmuş, erkek çocuğu olmadığı için imparatorluk yeni bir kaosa sürüklenmiştir.
Kendisi Başak burcuydu.

Ayrıca hristiyanlık tarihinde Honorius olarak namı yürümüş 4 tane Papa vardır. Yaratıcılıktan uzak Papa isimlendirme yöntemi yüzünden Honorius I, II, III ve IV olarak anılmışlardır (Kazım Kanat kendilerine soyadlarıyla hitap eder). Honorius i 625 - 638 arası, Honorius ii 1124 - 1130 arası, Honorius iii 1216 - 1227 arası, ve Honorius iv 1285 - 1287 arası bir Vatikan kamu kuruluşunda Papa olarak görev yapmışlardır. Abilerin hayatları hakkında detaylı bilgi
http://www.newadvent.org/cathen/ adresinden elde edilebilir.